FULYA SARVAN
Görüntülenme: 9869

FULYA SARVAN

AKADEMİDE ÇAĞDAŞ BİR CUMHURİYET KADINI
Söyleşiyi Yapan: Yeliz Gül Ege
Yer: Akdeniz Üniversitesi, İİBF
Tarih: 08.02.2016

Galeri

Söyleşi


Öncelikli olarak sizin çocukluğunuzla, doğduğunuz yer, doğduğunuz zamandaki Türkiye’nin koşulları, sizin içinde bulunduğunuz yörenin koşulları, bunları bize anlatabilir misiniz?
Öncelikle çok teşekkür ederim, onur verdiniz, sanal kadın müzesinde bana da yer vererek. Yaklaşık 20 yıl oldu burada bulunma sürem, neredeyse Antalyalı oluyorum. Ama esas olarak İstanbul doğumluyum, ailem İstanbullu. Baba tarafım Bulgaristan’dan göçme, ama babam da İstanbul’da doğmuş. Anne tarafım İzmir'li, annem oradan İstanbul’a gelmiş, yerleşmiş. Zannedersem annemin de kökeninde Girit’ten, Adalar’dan bir göç var. Dolayısıyla Türkiye’nin genel göçmen yapısına uygun bir aile. İstanbul’da doğdum, fakat ablamın astım hastalığı nedeniyle, ben 3 yaşındayken ailem Ankara’ya göçmek zorunda kaldı. Ankara’nın da yüksek, ferah, havadar bir semtiydi Dikmen. Şimdi tabii ki kimsenin hayal etmesi mümkün değil. Çok az sayıda bahçeli evlerin olduğu, çok kırlık bir alandı Dikmen ve ben orada kırlarda büyüdüm. Badem ağaçları vardı, onlara tırmanırdık, çağlalar koparırdık, bu böyle ilkokulun üçüncü sınıfına kadar devam etti. Yani ilk çocukluğum kırlarda geçti. Özgür ve rahat bir çocuktum. Annem de çok fazla müdahale etmezdi.  

Anneniz çalışan bir kadın mıydı?
Hayır, annem ev hanımıydı, enstitü mezunu. Çok sanatkâr bir insandır. Her türlü sanata yatkınlığı var. Hem sesi güzel, hem resim yapar. Fakat işte o devrin kadınları gibi evlenip çoluk çocuğa karışınca  dışarıda herhangi kariyeri mümkün olmadı. Ama yıllar sonra, tekrar resme başladı, kurslara gitti. Şimdi çok dolu dolu, hala resim yapıyor, seramikler yapıyor, şiirler yazıyor, besteler yapıyor. 

Peki babanız ?
Babam Deniz Harp Okulu’ndan, teğmenken ayrılmış, ondan sonra ailenin işleri, özel sektör, ticaret. Babam kendine ayrı bir alan seçti, inşaat alanında uzmanlaştı. Yani onun üretken dönemlerinde, benimde şuurlu olduğum dönemlerde, babam İstanbul’un çeşitli semtlerinde, en uzun süreli de Silivri’de yazlık evler inşa etti. Yani inşaat müteahhitliği yaptı. Öyle bir kimlik edindi.

Kaç kardeşsiniz ?
Biz 3 kız kardeşiz, erkek kardeş yok. Ablamın hastalığı nedeniyle Ankara’ya gidilince, biz de Dikmen yaşamına başladık. Üçüncü sınıfta bir sınav ile Ankara Kolejine girdim. Ankara Koleji çok güzel bir okuldu. Hala TED okulları çok başarılı. Çok iyiydi, bize haftanın 5 günü İngilizce verirlerdi. Orada ben de meraklıydım herhalde, derslerim de iyiydi, çalışkan bir çocuktum. İlkokulu TED Kolejinde bitirdim. Sonra aile tekrar İstanbul’a göç etmeye karar verdi. Babamın işleri daha çok İstanbul’da yerleşik oldu, oraya gitmeye karar verdik. Mezun olunca ben de İstanbul’a geldim. Bütün okulların sınav dönemleri geçmişti. Her okul ayrı sınav yapıyordu o zaman. Çoğu tamamlanmış bir tek Beyoğlu İngiliz Kız Ortaokulu vardı;  Beyoğlu Anadolu lisesi oldu sonradan. İstiklal Caddesinin üzerinde bir sokakta bir okuldu. Sadece onun sınavına girdim ve kazandım. Sonra bir de beni 2 yıllık hazırlığın birinci yılını atlamak üzere bir sınava soktular. Ona da kendim hazırlandım, girdim. Öyle kendi başının çaresine bakan bir çocuktum. Ne öğretmen vardı, o zaman, ne kurs. Şimdi bu nereden geliyor diyeceksin. Tabii ben o zaman çok farkında değildim ama okumamız, başarılı bir kariyer sahibi olmamız konusunda annem çok ısrarcıydı. Ve bizim için evde en önemli şey ders çalışmak, okulda başarılı olmak, başka hiçbir şeyin önemi yoktu. Yani annem açısından da öyle adanmış bir hayat. Dolayısıyla o zamandan bize bir başarı kültürü yerleşti.

En küçük çocuk siz miydiniz?
Ben ortanca, benden sonra Ankara’da bir küçüğümüz doğdu. Sanatçı bir kardeşim var, heykeltıraş, ressam. 

Annenizin genler sanırım ona geçmiş ve anneniz sizden beklentilerinin karşılığını almış anlaşılan.
Evet, hepimiz bir yerlere geldik. Ablam kimyager oldu, Amerika’da master yaptı, orada evlendi ve bir üniversitede 30 yıla yakın kimya hocalığı yaptı. Kız kardeşim dediğim gibi heykeltıraş, sanatçı. Geçenlerde o da bir sergi açtı İstanbul’da. Çok başarılı, İstanbul’da yaşıyor. Sanatkarlar İstanbul dışında pek yaşamak istemiyorlar. Bütün ilham kaynakları, çevreleri orada olduğu için. 
Ortaokulu, İstanbul’da İngiliz Kız Ortaokulunda, bir İngiliz disiplini altında okudum, dolayısıyla İngilizcem güçlendi. Ama biraz disiplinli ve sıkıcı bir ortaokul dönemi geçirdim diyebilirim. 

Erkeklerin olmadığı bir okulda okumak, hayata bakışta bir farklılık yaratıyor mu? Nasıl olsa kızlar var diye bir rahatlık oluşuyor mu?
Bence kız-erkek karışık okumak doğaya daha uygun bir şey. Çünkü eninde sonunda, hep kızlar dünyasında olduğunuz için erkekler dünyasına biraz yabancılaşıyorsunuz. Onlarla nasıl başa çıkmanız gerektiğini, onları nasıl yöneteceğiniz konusunda eksikleriniz oluyor. Sonradansizi zorlayan bir şey. Kız okulunda kendine göre arkadaşlar buluyorsun, maceralar yaşıyorsun ama erkeklerle iletişim kurmada bir eksiklik yarattığını söyleyebilirim. Erkek dünyası biraz daha yabancı bir şey oluyor. Bence bir zaaf yaratıyor, olmaması gereken bir şey.

Peki o zamanlar, anladığım kadarıyla, Ankara’nın aydın bir çağında yaşamış olmanız, sonrasında belki İstanbul ona göre karmaşık bir kent olabilir mi hocam?
Şimdi ben tabi Ankara’yı çocuk olarak yaşadım ve çok büyük ölçüde Dikmen’de geçti hayatım. Dikmen de şehrin biraz dışında ve daha sakin bir yerdi. Dolayısıyla hatırladığım şeyler: annem bizi tiyatroya, operaya götürürdü, oradaki bir takım eğlenceler, yeme yerlerini annemle birlikte deneyimlerdik. Onun dışında ilkokul çocuğunun çok fazla bir Ankara deneyimi olamıyor. O zamanın Ankara’sını ben bir daha bulamadım. Çok seneler sonra Ankara’ya gittiğimde, Dikmen’i aradım. Çocukluğumun Dikmen'ini görmek istedim, yoktu, çocukluğum kaybolmuştu.

İstanbul’daki hayatınızı nerede yaşadınız? Anadolu, Avrupa?
Hep Avrupa’da yaşadık, büyük ölçüde Yeşilköy’de geçti hayatım. Ortaokuldan sonra İngiliz Kız Ortaokulunun devamı yoktu. Dolayısıyla bizim gidebileceğimiz birkaç lise vardı, İngilizce eğitim veren. Birisi de Arnavutköy Amerikan Kız Kolejiydi. Yine sınavla, hepsi ayrı sınav yapıyordu o zamanlar, dolayısıyla hedefleyip bir okulu öyle gidiyorduk. Bizim için çok sorun olmadı, ona göre yetiştiğimiz için sınavı kazandık, girdik. Ondan sonra lise hayatı, daha özgür, daha rahat geldi. İngiliz eğitimiyle, Amerikan eğitimi arasındaki fark hemen ortaya çıkıyor. Çok daha özgür bir ortam, öbür tarafta işte sokakta kepimizi bile çıkardığımızda ceza alırdık. Amerikan kız kolejinde bütün kıyafetler serbestti. İstediğimizi giyebilirdik, istediğimizi yapardık çok rahat bir ortamdı. Yatılı okudum ben, haftada bir gün arkadaşlarımızla çıkarız, boğazda çay bahçesine gideriz falan, lise hayatı çok daha rahat ve özgür geçti. O dönemde voleybol oynadım, Bogaziçi Üniversitesinin folklor kulübünde halkoyunları oynadım. 

Erken bir üniversite yaşantısı olmuş sizin için.
Evet, öyle. Şimdi bir çok lise var öyle ama o zaman için çok özgürlükçüydü. O okulun kendine göre avantajları vardı, İngilizcenizi geliştiriyorsunuz, Amerikan kültürüyle ilgili bir formasyon alıyorsunuz. Ama Türkçe eğitim yapan üniversitelere çok iyi hazırlamıyor Amerikan eğitimi, öyle bir dezavantajı da vardı. Önümüzde bir tek hedef vardı, Boğaziçi Üniversitesi. Aslında itiraf etmem gerekir, ben tıp okumak, doktor olmak istiyordum. Özellikle de psikiyatri dalı benim için bir hedefti. O dönemde nedense ailem hiç destek vermedi bana. Tıbbı çok zor gördüler. Bana gazetelerden, ihtiyarlamış kadın doktor fotoğrafları bulup, buna benzersin, böyle olursun falan diyorlardı. 

Onlar ne okumanızı istiyorlardı?
Boğaziçi Üniversitesi vardı işte önümüzde, tıp olmasın da ne istiyorsan seç dediler. O zaman hep ayrıydı sınavlar. Ben genel tıbbın sınavına falan da girdim.

Genelde aileler çocuklarını eğer potansiyel varsa tıbba yönlendirmezler mi?
Bilmiyorum, hiç kimseden destek almadım. Böyle alışmışlardı herhalde. Liseyi yatılıda okuyunca, hani biz her işimizi kendimiz hallediyormuşuz gibi oldu. Ailede üniversite eğitimi ile ilgilenen, bize yol gösterecek çok fazla kimse de yoktu yakın planda. Ablam da benden önce girmişti Boğaziçi Üniversitesi’ne, hani ablası da orada oraya gitsin düşüncesi vardı. Önümde birkaç seçenek vardı. Öyle o yaz böyle bir gönül ilişkisi oldu. Boğaziçi Üniversitesinde okuyan, Yeşilköy’de oturan bir arkadaştı. Sözlenme gibi bir durum oldu. Böyle bir dönemle böyle şeyler insanın yolunu belirliyor. Kaderi çizen öyle şeyler. Böyle bir şey olmasaydı, ben daha çok tıbbın peşinden giderdim, ama girdiğim tıp sınavının sonuçlarına bile bakmadım, çünkü o arada Boğaziçi’nin sonuçları açıklanmıştı. Orada iktisat bölümünü seçmiştim. Orayı da kazanınca,  destek de almadığım için, ablam orada, ablamın nişanlısı orada, benim sözlüm orada gibi bir havaya girdim. Ayrıca Boğaziçi Üniversitesi herkesin hayaliydi, cazip bir şeydi. Dolayısıyla çok fazla tereddütte kalacak bir durum yoktu. Boğaziçi Üniversitesini kazanmışsın, daha ne istiyorsun. 

Üniversite için başka bir şehir düşünmediniz mi?
ODTÜ’yü kazanmıştım sanırım, şimdi sen sorunca hatırladım. Böyle işte insanlar bazen öyle bir olayların içinde oluyor ki basireti bağlanıyor, o aile bağları falan ODTÜ’yü hayal edemeyecek bir hale geliyorsun. Ben ODTÜ’ye yanmıyorum da, tıbbı kazandıysam ve gitmediysem diye üzülüyorum hala. 

Sözlendiğiniz kişiyle ilişkiniz devam ettim mi hocam peki?
Az önce söylediğiniz eksiklik şimdi ortaya çıktı. Erkekleri çok iyi tanımadan, iletişim kurmayı çok iyi öğrenmeden, böyle bir karar verince, o ilişkimiz öyle devam etti. 3. Sınıfın sonunda da evlendik. Benim böyle biraz aceleci bir yapım vardır. Hani bir şey olacaksa olsun, hemen olsun, biran önce yaşamak isterim. Belki öyle bir şeydi, kendime de güveniyordum. Ailem biraz endişelendi, okulumu etkiler mi falan diye ama o noktaya kadar zaten çok başarılı gelmiştim ve artık öyle bir endişeye çok fazla yer yoktu. Çok istemediler ama çok da direnmediler açıkçası. Son senemi evli olarak okudum, ondan önceki üç senem yatılı olarak geçmişti. Çok rahattı Boğaziçi Üniversitesinde yatılı olarak okumak. Bir de Amerikan Kız Kolejinin verdiği eğitim, Boğaziçi Üniversitesi’ne çok iyi bir hazırlıktı. Hem İngilizce eğitimiyle hem de genel formasyon açısından Boğaziçi Üniversitesinin eğitimine çok hazırlıklıydık. Dolayısıyla orada çok başarılıydım. İlk iki yıl 4 ortalama ile geçtim. Sonra tabi 4. yılda evlilik falan derken ortalamayı 3 buçuğa düşürdük, ama yine de yüksek onur derecesi ile mezun oldum.

Akademisyen olmaktı değil mi amacınız hocam?
Evet, ben Boğaziçi Üniversitesinin ikinci veya üçüncü senesinde, üniversitede kalmaya karar vermiştim. Oradaki sıkıntı şuydu. Boğaziçi Üniversitesinde asistanlık müessesesi yoktu. Doktora sürecinde orada bir kadro alma imkânı vermiyordu. Dışarıdan doktora yapma imkânı olabilirdi, ama o zaman para kazanmak mümkün olmazdı. Bir de şöyle bir şey oldu. Bu benim arkadaşlarımla paylaştığım bir şeydir. İngiliz Kız Ortaokulu her şeyden fazla korunmuş, steril, kendi kültürüne yabancı bir okuldu. Kız Koleji de öyle. Boğaziçi Üniversitesinde bu biraz kırıldı ama yine de çok kırılmadı. Onun da geçmişi Robert Kolejdi. Dolayısıyla arkadaşlarımla bizler biran önce kendimizi, kendi kültürümüzle ilgili başka bir şeye atmak istiyorduk. Biraz da o sırada sol akımlar vardı, onlardan da etkileniyorduk.
Doğduğunuz andan itibaren hep el üstünde olacak bir yaşantı, Türkiye’nin o anki kültürüne ve yapısına bakarsak öyle geçmiş.
Evet öyle geçti, aslında ondan sonrası da öyle gitti. Öyle çok aşırı mücadeleler yapmamı gerektiren bir hayatım olmadı. Kolay eriştim bir şeylere.

Kolay diyoruz da aslında çalıştınız da eriştiniz değil mi?
Evet, belki de hazırlıklı olduğum şeylere heves ettiğim için. Ama insanların bir sürü pişmanlıkları oluyor. Boğaziçi Üniversitesi bittiğinde dışarıya doktoraya gidebilirdim, ama evlenince böyle bir fırsatı kaçırmış oluyorsun, şimdi bunların hepsi birer pişmanlık tabii. 
Boğaziçi Üniversitesi öyle devam etti. Evli olarak Yeşilköy’den giderek gelerek bitirdim. Sorun olmadı, hem de High Honor dedikleri, Yüksek Onur derecesiyle, ayağa kalktık, ödül aldık falan. Sonra tamam mezun olduk şimdi ne olacak. 

Eşiniz?
Eşim inşaat mühendisiydi, o zaten bir şirkette çalışıyordu. Hala da orada çalışıyor, çok istikrarlı. Biz onunla 11 yıl evli kaldık, kızımız 9 yaşındayken ayrıldık. Boğaziçi Üniversitesinde bizim gibi evlenen çok arkadaşımız olmuştu ve neredeyse yarısı boşanmıştır, çünkü çok erken bir çağ evliliğe karar vermek için. Tabii ki onun da sebepleri sorgulanabilir. Düşündük sorguladık da. O devrin Cumhuriyet dönemi aileleri aslında muhafazakar aileler. Yani kızlar okusun istiyor ama erkek arkadaşlarla ilişkiler çok sınırlı. Sen dışarı çıkamazsın, gece geç gelemezsin falan. Bir şekilde benim gibi bir çok arkadaşım da, evlenmeyi özgürlük kazanmak gibi düşündü. O zaman eşinle her yere gidebilirsin, o kısıtlar kalkacak ama aslında sınırlar form değiştiriyor, ortadan kalkmıyor tabii. 
Siz modern bir ailede yetişmenize rağmen bu şekilde düşündüyseniz diğer durumları düşünmek dahi istemiyorum.
Evet, maalesef bizim için öyleydi. Bir çok arkadaşımız için de öyleydi zannediyorum. Benimki çok erken bir evlilikti. Hani herkes düşündüğü zaman kendisinin olabileceği her şeyi olamadığını düşünür. Ben de zaman zaman düşünürüm. Amerika’ya gitseydim, orada doktora yapsaydım, çok daha güçlü bir eğitim alabilirdim. Şu anda bulunduğum nokta, kendi bilimsel performansım açısından, çok daha yüksek olurdu. 

Peki hocam sonrası için plan ne oldu?
Tabi bizim aklımızda İstanbul Üniversitesi vardı, oradaki bölümleri araştırdık. Ben öncelikle evlendiğim için ekonomik bağımsızlığımı kazanmak istedim. Yani kadro verecek olan bir bölüm arayışına giriştik. Tesadüf yazın ortasında İstanbul Üniversitesinde İşletme Fakültesinde, İstatistik bölümünün asistan sınavı açıldı. Biz de bir arkadaşımla beraber iktisattan mezun olduğumuz için, kendimize işletme fakültesinde en yakın alan olarak istatistiği belki yapabiliriz diye düşündük. Oraya başvurduk. Fakat onun sınavında ben bir seyahatteydim, sınavına katılamadım. Diğer arkadaşım katıldı, o gün fakültenin dekanı ile tanışmış,  Yönetim Organizasyon dalında meşhurdur, Prof.Dr. Kemal Tosun, kendisi Dekandı, yönetim organizasyon kürsü başkanıydı, yani bütün mevkileri, bütün sıfatları kendisinde toplamış bir adamdı. Çok ileri görüşlüydü, İngilizceye, yeni yayınlar yapmaya çok önem verirdi. Arkadaşımla tanışmış, onu görmüş istatistik sınavında beklerken. Sen niye bekliyorsun burada demiş, arkadaşım da ben istatistik sınavına geldim demiş. Gel benim anabilim dalıma, benim kürsüme, Yönetim Organizasyon’a, madem Boğaziçi’ndensin, bizim İngilizce bilenlere ihtiyacımız var demiş. Arkadaşım, “ama benim bir arkadaşım var onunla beraber gelmek istiyoruz” diyince o da “İyi al onu da getir” demiş. 
Yazın sonu gelmeden biz Kemal Tosun Hoca ile görüştük, bize tercümeler verdi, yapabiliyor muyuz diye. Gittik hemen onları yaptık. 15 Eylül'de biz uzman kadrosunda, yönetim organizasyon kürsüsündeydik.  Ne alaka? İktisattan çıkmışız, hiç işletme dersi almamışız. Hakikatten gençler bunu bilemezler, bir anda karşına bambaşka bir şey çıkıyor, o andaki ihtiyaçların seni ona doğru yöneltiyor. Yönetim organizasyon dalında, o zaman uzmanlık kadroları vardı. Uzman olarak başladık. Öyle de devam etti. Asistan gibi ama uzmanlık kadrosuydu. O dönemde birleştirilmiş yüksek lisans doktora programları vardı. Lisans mezunları doğrudan doktoraya başlayabiliyorlardı. Öyle bir yönetmelik vardı bizim girdiğimiz dönemde. Biz pat diye kendimizi, mezun olduğumuz yılın Eylülünde doktora programında bulduk. 2 yıl doktora seminerleri vardı.

Yüksek Lisans dersleriyle aynı seviyede diye mi?
Yok, yani öyle doğrudan doğruya doktoraya başlayacak şeklinde bir yönetmeliğe rastladık. Yanlış bir uygulamaydı bence, eksikti, sonradan düzelttiler onu. 

Yaşıtlarınıza göre dönem kazancınız oldu yani.
Yok bir kazanç olmadı. Çünkü hiç hazırlıklı değildik. Biz işletme derslerini hiç almamıştık. Ben iktisat aldım, psikoloji aldım, ama işletme derslerine hiç yaklaşmamıştım. Dolayısıyla bizim bir açığımız vardı. Bir de orada tabi hocanın niyetiyle ilgili konular, ön yargılar var. Kadınlar akademisyen olamazlar düşüncesi. Yani şöyle evlenirler, çocuk doğururlar, ondan sonra onlara fazla güvenmeyeceksin, ama işte çalıştıracaksın, etinden sütünden yararlanacaksın. 

Ne yapardı peki kadınlar?
Çok güzel tercüme yaparlardı. Bizim rahmetli hocamızın niyeti zaten oymuş. Çevre sorunlarına çok meraklıydı, çevre konuları çok revaçtaydı o zamanlar. Bir sürü yayın vardı, “Dönüm Noktasındaki İnsanlık” gibi. O ilk yayınları biz orada yaptık. İşte çeviriyoruz, yayınlanıyor, çeviriyoruz, yayınlanıyor. O arada derslere giriyoruz. Sonra doktora tez konumu seçtim. 

O ara çocuk geldi mi?
Evet geldi, 1977 yılında. Yani doktoraya başladıktan 2 sene sonra, hala derslerim devam ederken, kızım doğdu. Tabi o çok zor oldu. Maalesef doktoranın içine düştü. Hocam benim çocuk doğurduğumu hiç fark etmemiş gibi yaptı. Çok zorluklar geçirdim, bütün akademisyenler böyle sıkıntılar yaşarlar. 

Planlı bir bebek miydi hocam?
Yok, plansız bebekti. Yani planlayacak durumumuz yoktu ama işte olunca hoş geldin bebek oluyor. 

Çalışırken anne desteği aldınız mı?
Anne desteği alamadım. Çünkü Caddebostan’a taşınmıştım, annemden uzaktım. Arada babaanne geldi, bakıcı kadınlarla öyle büyüdü. Ama şansımız yaver gitti, hep iyi insanlara düştük. O ilkokula gidene kadar öyle bir mücadele. Ağır bir dönem. Yoğun da çalışıyorduk, tabi ben doktora tezini yazmak için çok gayret ettim. 

Var mıydı o zamanlar doğum izni gibi izinler?
İlk 6 ay okula gitmedim, ona da bir şekilde göz yumdular. 2 ay falan normal bir izin oluyor, onun dışında yaz dönemine denk geldi 6 ay kadar bırakmadım bebeği. 
Peki o zamana dair kızınızın doğumundaki hisleriniz nelerdi hatırlayabildiğiniz kadarıyla, nasıl tarif edersiniz?
Çok iyi hazırlandım anneliğe herhalde, yani öyle düşünürdüm. Önümde bir sorumluluk vardı. Onun ne olabileceğini, benim ona ne verebileceğimi, ne yapmam gerektiği ni bilinçli bir şekilde düşünerek kendimi hazırladım. O zamanki imkanlara göre kitaplar alıp okudum. Nasıl büyütülür? Nasıl eğitilir? Çünkü güvenebileceğiniz kimse yok. Öyle bir hazırlıkla geldi. Ne yadırgadım, ne de başka bir şey. Öyle aman aman çok çocuklarım olsun merakında bir kadın olmadım hiçbir zaman, ama tabi çok seviyorsunuz kendi çocuğunuzu. Onu en iyi şekilde büyütmek, en iyi şekilde yetiştirmek için uğraşıyorsunuz. Kendimi hazırlamam gerektiğini düşündüm, iyi bir anne olmak için. Doğum yaptığım zaman da ona hazırdım, bana çok doğal geldi. Hatta anneme de doğumdan sonra haber verdim. Anne ben doğum yaptım diye, öyle bir panik halinde değildim. 

Kaç yaşında doğum yaptınız?
Galiba 24 yaşındaydım. 

Kızınız doğdu, bu aşamada sizin kariyeriniz devam ediyor. Doktora sonrası o arada anlatabileceğiniz bir şey varsa hemen alabiliriz ve sonrasındaki gidişat nasıl oldu. 
Doktora sürecim hocam tarafından çok geciktirildi. Evet normalde bir danışmanınız var, o da bizim Kemal Tosun hocamız. Her aşamada ona bir şey veriyorsunuz, yanıt bekliyorsunuz ama geri bildirim gelmiyor. Sonradan yanıt beklememem ve kendim devam etmem gerektiğini keşfettim. Biraz zaman aldı. 

Bu arada bir yurtdışı deneyiminiz oldu mu?
Yok hayır olmadı. Zaten çocuk doğduktan sonra, onun sorumluluğu yetiyor. Ben 8.5 senede aldım doktoramı, çok uzun bir süre. Zaman limiti yoktu, hocanın niyetini keşfettim. O süre boyunca bir sürü kitap tercüme ettik, kendi kendine birikti bilgiler. O kadar iş yaptık ki o arada, kendi kendine yetişiyorsun alan için, hazırlıyorsun kendini. Çok verimli geçti. O arada bir sürü toplantılar oluyor, çeviriler yapıyoruz. Bizim İngilizcemizden yararlanıldı büyük ölçüde. Kendimizi yavaş yavaş hazırladık. Sonra 1984’de, girdikten 8.5 yıl sonra doktoramı aldım nihayet. Ondan sonrası hızlandı, hemen yardımcı doçent kadrosu verdiler. Bir şekilde hocam benim kararlı olduğumu, yapabileceğimi anlamış oldu. İstanbul Üniversitesi, İşletme Fakültesinde, yardımcı doçent olarak başladım. Ondan sonra görevler çifter çifter gelmeye başladı. O sene hemen, Türkiye’de ilk olan Uluslararası İşletmecilik İhtisas programı açıldı, yüksek lisans seviyesindeydi, hocam onun koordinatörlüğünü bana verdi. İngilizce olarak yapılıyordu program. Bütün hocaların koordinasyonu, vakalar, öğrencileri seçme falan, o programın koordinatörü, enstitünün bir elemanı oluyordu. Hocam kurucu ama programın çoğu yükünü ben çekmiş oldum. O çok ilgi gördü. Gündüz programı derken gece programı açıldı. Böyle acayip popülerdi. Neden dersen 80’li yıllar, Özal dönemi, dış ticaretin önü açılmış. Bir yerlerden mezun çocuklar, çoğu iyi okullardan geliyorlardı bize. Onların dış ticaret öğrenmeye ihtiyaçları var. Mühendis çocuklar, işletmeciler falan. Çok popüler bir program oldu. Ben o işi 11 sene yaptım. 1995 yılana kadar, yani buraya gelmeden 1 sene önce bıraktım. Onu da bir arkadaşımız devraldı. Şimdi mastera döndüler. 84’de ona başladık, 86’da hocam bir program daha açmak istedi. Hastane Yöneticiliği Yüksek Lisans ve Doktora programı. Benden de çok memnundu. Fulyacığım, bunu da sen yaparsın dedi bana. Tamam yaparız dedim, o da benim hoşuma gitti. Birden doktorluk hevesleri canlandı herhalde. Dedim ki, başka türlü bir şekilde bu işe hizmet etmem gerekiyormuş. Bir de onu başlattık. Bir yandan ben bu 2 programı, hatta orada hem yüksek lisansı, 1 yıl sonrada doktorasını başlattık, hastane yönetiminin. İşte öğrenci alımları, hocaların bulunması, onlarla iletişim, kaynaklar. 

Peki şu an var mı iyi hastanelerde oradan mezun olanlar?
Tabii ki, çok var. İstanbul'daki hastanelerde bir çoğu da akademisyen oldu, hocalar yetişti oradan, hastane yöneticiliği dalında. Benim kendi verdiğim belki 10’a yakın doktora vardır. 

Başarılı iki program…
Çok başarılı program, onu da 9 sene yönettim. Ama tabii bunların hepsinin bedeli var. Yani bu kadar çok şeyi aynı anda yapmaya çalışırken, bir yandan çocuk, bir yanda dersler.
Bedellerden birisi de evlilik oldu herhalde.
Ha evet o arada bir boşanma,  3-4 sene sonra tekrar evlilik. 

Çocuğun etkilenmeme hadiselerini kolay atlatabildiniz mi?
Yani biz kendimize göre çok kibar ve medeni şekilde ayrıldık ve çocuğun etkilenmemesi için her iki taraf da elinden geleni yaptı, ama benim kızım balık burcudur ve çok hassas bir çocuk. Onun için  maalesef etkilendi. 

Kızınız evlendi mi peki?
Evet o da evlendi ve boşandı 6-7 sene evlilikten sonra.

Sonra, Antalya’ya dönüşe doğru hareket var mı yoksa daha var mı ?
Antalya evlilikten sonra çıktı. 88’de tekrar evlendim. Şimdiki eşim çok farklı bir branştan, kendisi pilot. Sun Express’te. İlk yıllarımızda 5 sene İstanbul Havayollarında çalıştı. İstanbul Havayolları başlangıçta iyiydi,  sonra Sun Express’in Antalya’da kurulduğunu öğrendi, çok iyi bir firma olacak dedi. Ben oraya gitmek istiyorum dedi. Tabi dedim, ben insanların yapmak istedikleri şeyde hiçbir şekilde engellenmemesi gerektiğini düşünen bir insanım. Onun için ne kızıma ne kocama engel koymam. Kendim de engellenmek istemem. Tutarlıyım yani o konuda. Eşim buraya geldi. Ben burada kendi üniversite fırsatlarımı araştırdım. Yıl  91. Baktım burada bizim bölüm yok henüz, bir yandan kızımın lise hayatı devam ediyor. 

Eşiniz uçuşlar sırasında mı İstanbul’a gelip gidiyordu, yoksa siz de Antalya’ya geliyor muydunuz?
Ben de tatillerde geliyordum. Daha çok o gelip giderek, 5 seneyi öyle geçirdik. 95 yılında kızımın mezuniyetine 1 sene kalmıştı ki, Akdeniz Üniversitesinde İktisadi İdari Bilimler Fakültesi'nin kurulduğunu öğrendik.  Yavuz Hoca dekan, 2 sene olmuş fakülte kurulalı. İktisat bölümü var sadece. Rektör Tuncer Karpuzoğlu vardı. Tanıştık Yavuz hocayla, çok sevdik, o da bizi çok sevdi. Eşimle beraber ziyaret etmiştik. Ben, “İşletme bölümüne gelmek istiyorum” dedim. O da “seneye öğrenci alacağız, hazırlan gel” dedi. 

Doçentliğinizi almış mıydınız?
Evet 91’de almıştım doçentliğimi. Buraya geldiğimde kıdemli doçenttim, 1 sene sonra da profesörlüğümü aldım. Yavuz Hoca çok memnun oldu, onunla iletişimde kaldık. Seneye kadro ilan edince size haber veririz dediler. Ben de kendimi hazırlamam lazım, üzerimde çok fazla sorumluluk var, dedim. Gerçekten de İstanbul'da artık, burnuma kadar batmıştım işlerin içine. Size söylediğim programlar, tezler. 
İşyerinde çalışıyormuşsunuz şeklinde bir imaj canlandı gözümde.
Valla bilmiyorum ki, ben hayatım boyunca hep 2-3 kişilik iş yaptım. Onun tabi bazı bedelleri var, kendi yayın performansınızdan fedakarlık yapmak zorunda kalıyorsunuz. Yani hepsi sizin elinizde başlamış programlar, sizin çocuğunuz gibi oluyor. Bir sürü şey kazanıyorsunuz, ben onu reddedemem. Eğitimle ilgili, eğitim tasarımıyla ilgili, nasıl olması gerektiğiyle ilgili. O arada tabi kendi akademik ilişkileriniz var, onları sorguluyorsunuz, onları eleştiriyorsunuz. 
Aslında hocam ne güzel emekliliğinizde de okul açmayı düşünebilirsiniz.
Valla onu burada yaşadım, yani oradaki deneyimlerimi buradaki bütün programların kurgusuna yansıtma imkânı buldum. Orada birde dekanlık seçimi geçirdik, küstürdü beni biraz. Hoşuma gitmeyen şeyler oldu, zorlamalar oldu. 

Bir erkek tarafından, bir engellenme gibi bir durum yaşadınız mı?
Yani evet, doktora aşamasındaki öyle bir şeydi ama benimle aynı sırada doktora yapan erkek asistanlar yoktu o sırada, onlar kıdem açısından önümüzdeydi. Tesadüfen benimle birlikte ve benden sonra olanların hepsi kadındı. Dolayısıyla bir kadın ordusuyduk. Bir erkekle yarışamadım ama o geciktirilmiş olmam benim hocamın anlayışıyla ilgili bir şeydi. Benim eleştirdiğim çok şey vardı. Şimdi mesela biz tez yaptırırken, öğrencimiz kimden yararlanacaksa, şu hocaya git, bu hocaya git diyoruz. Bizim herhangi biriyle konuşmamız yasaktı. Ben onu fark edene kadar bizim kürsüdeki arkadaşlardan yardım istiyordum, fikir soruyordum. Ama birden baktım ki, çekildiler, kimse hiçbir yardım yapmıyor. Sonra anladım ki meğer Kemal Tosun hoca için bu bir tabuymuş, danışmanın dururken gidip başka birine danışmak yasakmış. 

Bu hocaya özel bir şey mi, yoksa yapı mı böyleydi?
Yani öyle bir anlayış vardı herhalde, sadece ona özgü bir şey değildi. Dolayısıyla orada doğrularla yanlışlara ilişkin çok şey biriktirdim. 
Şey gibi olmuş sanırım hocam, sanki o hocayla gidip çalışınca onun emri altında, komutası altında oluyormuşsun gibi, onun himayesindesin gibi.
Tabii tabii, tamamen, etin kemiğin herşeyin o hocaya ait. Başka hiç kimseden herhangi bir yardım, yol gösterme alamazsın yani. Tek yol göstericin o. Bunun yanlışlığını gördük biz tabii. Burada bütün bunları ortadan kaldıran bir sistem oluşturmaya çalıştık. 
Ben artık buraya geçeyim yavaş yavaş. Çünkü meslek hayatımın en verimli, en üretken, en anlamlı kısmını burada yaşadım. 

Belki bir kadın için de üretken olan çağlarınız buraya denk gelmiş diye düşünüyorum hocam. 
Evet öyle oldu tabii. Ben buraya geldiğim zaman birden o kadar yükten kurtuldum ki,  kızım üniversiteye başlamıştı. Boğaziçi Üniversitesine girdi. Burada hiçbir şey yoktu, geldiğim zaman, bina bile yoktu. 96’da geldim, İşletme Bölümü eğitime başlayacak. Oradaki arkadaşlarım bana İstanbul Üniversitesi bırakılıp, Akdeniz Üniversitesine gidilir mi falan dediler. Gidilir dedim, ben öyle yeni başlangıçlarda çok cesurumdur. Herhalde o koç burcu olmaktan geliyor. Beni hiç korkutmadı, geldim buraya, 6 ay binamız yoktu, odam yoktu, masam yoktu. Orada o kadar kurulu düzen, bilgisayarlı, halılı, kütüphaneli odalardan çıkıp burada böyle kuş gibi hafiflemişim. Ama bana bu çok özgürlük verdi. Ders günleri geliyorum, gidiyorum, arkadaşlarla tanışıyorum. Ama 6 ay sonra binamız tamamlandı. O sırada ben kıdemli doçenttim, bize işletme bölümüne başkan lazım, en kıdemli de benim içlerinde. Doçent arkadaşlar var ama hiç birinin kıdemi tutmuyor, profesörlüğe. Beni zorladılar, sen biran önce başvur dediler. Ben burada o rahatlıkla biraz yayınlarımı çoğaltırım diye düşünüyordum, olmadı. Ben alelacele baharda dosyamı toparladım, verdim ve atamam oldu bahar aylarında. 44 yaşımın Haziranında İşletme Bölüm Başkanı oldum. Çoluk yok, çocuk yok, o ağır çalışma yükü kalkmış, ama çalışma alışkanlığı da var. 

Başka bir yerden gelmiş bir kadın olarak 1996 yılının Antalya’sını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Üniversite dışında çok fazla ilişkimiz olamadı maalesef. Burada çok fazla işimiz vardı. Çünkü her şey yeni başlıyor. Yani işletme bölümü, bütün müfredat, işletme yüksek lisansı programını komple değiştirdik, çok hızlıca işletme doktorası başlatmak için hazırlık yaptık. 1996 yılında İşletme Bölümü eğitime başladı, üç yıl sonra 99 yılında doktora programına başladık. 

Sizin için İşletme Bölümü kurucusu diyebilir miyiz?
İşletme Bölümü kurucularından birisi diyelim, ben o şerefi arkadaşlarımla paylaşmak isterim, çünkü biz, herbirimiz farklı üniversitelerden, Ferda Hoca Uludağ’dan, Teknik Üniversiteden Orhan Hoca, Ayşe Hoca, bir takım doğrularla ve iyi şeyler yapma hevesiyle geldik buraya ve böyle bütün iyi bildiğimiz şeyleri bir araya getirdik. Bence iyi bir iş yapmışız, o zaman oluşturduğumuz doktora programını revize etmedik o zamandan beri, çünkü çok güzel bir çatı. Hem esnek hem değişik anabilim dallarının uzmanlıklarına imkan verebilecek şekilde. 

Anabilim dalı başkanlığınız için hangi dönemler diyebiliriz hocam?
Burada başladığımdan itibaren Yönetim Organizasyon Anabilim Dalı başkanı, çoğunlukla bendim. Dönem dönem Ferda Hoca aldı, onunla paslaşdık. Ama çoğunlukla anabilim dalı başkanlığı bendeydi. Bölüm başkanlığım kısa sürdü. Çünkü ben bölüm başkanı olduktan bir yıl kadar sonra, rektör bey beni çağırdı. Hukuk Fakültesi dekanı olmamı istedi. O sırada henüz öğrenci almamıştı hukuk fakültemiz, Alanya’da kuruluydu. Yani fazla bir faaliyeti yoktu. Yaşar Hoca’ya, “Aman hocam” dedim, ben hukuktan falan anlamam, ayıp olur. Yok yok dedi, henüz bir faaliyeti yok, öğrencisi de yok. Hem bak senatoya da girersin, üniversite yönetim kuruluna girersin, senin için deneyim olur, ileriye hazırlanırsın, daha iyi görevlere dedi. O kadar ısrarcı olunca, ben de hayır diyemedim. 3 sene kadar hukuk fakültesi dekanlığım var. Benim dönemimde Alanya’dan Antalya’ya aldık, kuruluş yerini. Bu uzun bir hukuki süreç, senato kararı, bakanlar kurulu kararı gerekiyor. Ondan sonra öğrenci almak için en az 3 kişilik bir kadro tamamlamak gerekiyordu. Onu tamamladık. Bizim binalarımızda yer hazırladık hukuk fakültesi öğrencileri için ve eğitime başlattık. B blokta (İİBF) onlara yer verdik, hukuk fakültesi binası olana kadar bizim B blokta derslerini yaptı. Benim dönemimde Hayrettin Ökçesiz hocanın buraya gelmesini sağlamıştım. Aklımda da hazır bir profesör gelmiş buraya, dekanlığı ona devrederim ben kendi alanıma çekilirim diye düşünüyordum. Nitekim öyle oldu, o da öyle istiyordu. Dekanlığı ona devrettim 2001’de. Hukuk Fakültesi dekanlığım biter bitmez, Yaşar Hoca beni boş bırakmadı. AKÜNSEM’in (Akdeniz Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi) kurucusuyum ben. O merkezi kurmamı ve yönetmemi istedi, orada bir 3 sene müdürlüğüm var. Bunlar hep birbirine paralel görevlerdi. Bir yandan Hukuk Fakültesi Dekanlığı yaparken, Yavuz Hoca'nın dekan yardımcılığını yaptım. Hukuk Fakültesi Dekanlığı bitti, AKÜNSEM geldi. 2002’de Yavuz Hoca'nın 3 dönemlik dekanlık görevi sona erdi. O arada dekanlık görevine en iyi hazırlanmış olan bendim. 2002 'de İİBF dekanlığı başladı. Üniversite senatosunda ve yönetim kurulunda çok fazla kadın yoktu. Ben çoğu zaman tek kadın olarak veya en fazla 2 -3 kadın  olurduk.  

Peki kadınlığınızın olumsuz olan yönlerini Akdeniz Üniversitesindeki idari görevlerinizde fark ettiniz mi, size hissettirdiler mi? Kadın olmanın olumlu yönleri var, olumsuz yönleri var. Tabi biz bunları biliyoruz kadın olarak. 
Ben 2 rektörle çalıştım, onların dönemini söyleyebilirim.  12 sene, Antalya'ya geldikten hemen sonra üniversitede bu rektörlerle beraber yakın planda çalıştım ve çok sayıda kurul çalışmasının içinde oldum. Onlarla hiçbir olumsuzluk yaşamadım kadın olarak. Bilakis onlar teşvik ettiler, kadın yöneticilerin sayısının artmasını gerçekten çok istiyorlardı.  Benim çalışmalarıma da çok açıktılar. Ama ben de tabi bütün potansiyelimi koydum ortaya. Kalite çalışmaları vardı, stratejik planlama çalışmaları vardı. 

Yurtdışı bazlı bir takım programlar vs.ler olduysa sizin döneminizde onlardan bahsedelim isterim.
Euromaster programı benim 2. Dönem dekanlığım sırasında başlatıldı. Harun Gümrükçü Hoca benim dekan yardımcım oldu. Almanya’da uzun yıllar Hamburg Üniversitesinde çalışmıştı. O burada çift diplomalı bir Euromaster programı, yani Avrupa Çalışmaları Programı başlatmak istedi. Onunla birlikte bu projeyi gerçekleştirdik fakat maalesef sürdürülemedi. Öğrenciler hem Hamburg Üniversitesi'nin,hem Akdeniz Üniversitesinin diplomalarını aldılar. Toplam kaç öğrenci aldı, şu an bilemiyorum, ama çok fazla değildir sayısı. Birlikte çalıştığımız süre 3 sene olduğuna göre en az 3 sene sürdürmüşüz. Sonra sanırım onlar 1-2 sene daha sürdürebildiler, Euromaster kapandı sonra. Yani güçlükler vardı, bürokratik sorunları aşamadılar. 
Onun dışında bizim kongrelerimiz oldu, uluslararası işletmecilik kongresi, ulusal kongreler. Ben 3 büyük kongre organizasyonunu yaptım Antalya'da. Bunları bütün asistanlarımızla beraber yaptık. Çok faal ve üretken bir dönemdi. Yani şu an bu fakülte dönüyorsa hala, işte o dönemde yetişen asistanlarımız, o çalışmaları bizlerle paylaşan gençler çeviriyorlar. Benim Antalya’ya gelişim 20 yıla yaklaşıyor, o ilk 12-13 sene çok dolu dolu geçti. 

Bir rektör adaylığınız olmuştu Akdeniz Üniversitesinde…
Evet 4 sene kadar önce, İsrafil Hoca’nın ilk döneminin sonu geliyordu. Ben kendi açımdan o rektörlük döneminin üniversiteye çok şey kaybettirdiğini görüyordum ve ümitle bekledim. Üniversiteyi tekrardan bizim istediğimiz rayına oturtabilecek bir adayın çıkmasını bekledim. Yani çıkan adaylar hepsi değerli arkadaşlar ama beni ikna edecek birisi olmadı açıkçası. Hiç kimsenin söyleminde o gücü bulamadım. Çevremden bir takım aday ol diyen insanlar vardı ama daha çok ben kendim istedim. Uygun bir konjonktür değilmiş ama onun rasyonalitesi bende hala saklı. Şöyle düşündüm, ya dedim bu üniversiteye geldim ben 15 senedir, bir tane kadın aday çıkmadı. Yani ciddi anlamda rektörlüğe oynayabilecek bir aday çıkmadı. Listelerin sonuna kadın isimleri ekleniyor ama onları ben gerçek adaylık olarak düşünmüyorum. Şimdi dedim ben burada 9 sene dekanlık yaptım, beni herkes tanıyor, o sırada öyle düşünüyordum. Beni tanıdıklarını ve onayladıklarını, takdir ettiklerini düşünüyordum. Benim gibi bir kadın da rektörlük için aday çıkmazsa, kim çıkacak. Sonucu o kadar önemli değil, hani sadece düzgün bir aday olarak, kadın aday olarak ben çıkayım, söylemek istediklerimi söyleyeyim. Çünkü söylenmesi gereken çok şey vardı, bütün akademik prosedür bozulmuştu. Bunları benim söylemem lazım dedim, eleştirilerimi. İsrafil Hoca’nın ilk göreve geldiğinde benim ikinci dekanlık dönemimim bitmesine 2 ay gibi bir süre kalmıştı. O geldiğinde ben istifamı götürdüm, büyük bir memnuniyetle karşıladı. Şık olan şey, “hocam bitirin görevinizi, ne olacak yani, sizinle niye çalışmayalım” demesiydi. Bu şekilde davranmasından ben başka türlü niyetleri olduğunu düşündüm açıkçası, gerçekten de öyle oldu. Başka bir ekiple üniversiteyi farklı bir şekilde yönetmeyi planlanmış. Ben kendime göre düzgün bir rektör adayı olarak ortaya çıktım. Çok güzel bir broşür hazırladım, olabildiği kadar bütün bölümleri ziyaret ettim, kendimi anlattım. Burada tabi bir hayal kırıklığını paylaşmam lazım, çünkü bu kadınları ilgilendiren bir konu ve bu vereceğim önemli bir mesaj. Benim hatırladığım kadarıyla o dönemde üniversitede 350 civarında kadın akademisyen vardı, yüzde 40 kadarı kadındı. Ben şöyle düşündüm, benim gibi bir aday çıksa, bu kendimi beğenmek değil ama gerçekçi bir değerlendirme. Ben sırf kadın adayın arkasında olmak adına ona oy verirdim. Sonuçta bir tane oyumuz var, oyumuz gizli ve böyle bir dönemde, yani hiçbir şeyin bana göre doğru gitmediği bir dönemde, elbet insanlar görüyorlar bu üniversitenin iyi bir yere gitmediğini. Benim için büyük bir hayal kırıklığı oldu, 18 oy çıktı seçimde. 

Ne hissettiniz hocam?
Çok büyük bir hayal kırıklığı, kadınlar adına büyük bir hayal kırıklığı tabii bu. Ben dönem itibariyle o görevin çok zor olduğunu biliyordum. Bana büyük bir ihtimalle görev vermeyeceklerini de biliyordum. Bana şöyle diyenler oldu; “sen iyi bir adaysın ama seni atamazlar ki”. Ben de dedim ki, “atamasınlar, siz oyunuzu verin onlar atamasınlar. Siz kime oy verirseniz onun özelliklerine oy vermiş oluyorsunuz. Yani siz kendinizi yansıtmış oluyorsunuz”. Benim şimdi şunu söylemem lazım. Kadınların mutlaka toplumsal cinsiyet farkındalığını kazanmaları gerekiyor. Çünkü bu onunla ilgili bir şey, yani kadınlar kendi karar haklarını ve sözlerini dinletme güçlerine ancak birbirlerini bu pozisyonlar için destekleyerek düzeltebilirler. 

Peki hocam kıskanma insani bir dürtüdür, devreye giriyordur, girmiştir diye düşünüyorum sizinle ilgili bu konuda da. Girmemiş midir? 
Yani bana o açıklamayı verenler oldu ama ben bilemiyorum, ben kendim öyle hissetmediğim için tam anlayamıyorum.
Yaşamın her alanında, belki beyefendilerde çok olmuyor ama yaşamın her alanında önce giden her anlamda, çocuğu iyi olabilir, kocası iyi olabilir, kendisi iyi olabilir. Yani diyorum ki, sadece bir anlamda önce giden olsun, öyle bir dürtü var ki, iyiliğini, iyi olmasına katlanamıyor ve istemiyor. Yani kadın bu anlamda sakıncalı bir cinsiyet diye düşünüyorum, düşünmeye başladım. 
Benim jenerasyonumda böyle bir eğilim yoktu. Tüketim toplumunun bir sonucu herhalde bu, tüketim toplumu, şunu tüketirsen sen öne geçersini sürekli olarak vurguluyor. Dolayısıyla bence sonradan çıktı. Çünkü ben kendimi, arkadaşlarımdan hiçbir zaman ayrık hissetmedim. Bizde böyle bir şey yoktu. Biz hiçbir zaman birbirimizi kıskanıp, onun osu daha iyi, bunun busu falan diye hiç böyle şeyler yapmazdık ve hala daha yapmayız. Birde tabii, hani geçmişimle de ilgili herhalde, ben kadınlarla çalışmayı seviyorum. Çok tercih de ederim, hani tesadüfen burada, ben kurgulamadım ama bizim anabilim dalında hep kadınlar oldu, öyle geldi. İlk dekanlık dönemimde, iki dekan yardımcım kadındı. Onlarla çok sevgi dolu ilişkiler içinde çalıştım. Yani ben böyle bir şeyi düşünemiyorum. Şimdi, Kadın Çalışmaları, Toplumsal Cinsiyet yüksek lisans programında ders veriyorum. Bu sene dördüncü senemiz galiba. Çalışma Yaşamında Kadın dersi. Çok güzel, çok hoş oluyor derslerimiz, benim en zevk aldığım derslerden birisi. Orada çok tartışıyoruz bunu. Bu senin söylediğin şeyi, orada genç insanlar söylüyorlar bana. Ben yeni dönem, yeni çağ kadınlarını onların ağzından keşfediyorum. Bizim X jenerasyonu daha cumhuriyetçiydi. 
Artık hocam arzulamada bir tükenmişlik var, yani artık arzulamıyor kimse. Direk sahip oluyor ve ötesinde de hayal etmiyor. Bu olsa ne olur, bu olsa ne olur diye hayal edeni hiç görmüyorum ben. Öyle olmuş, öyle gelmiş, öyle yaşıyor ama bir farklısını, değişiğini sorgulamıyor. Sorgulamak çok müthiş bir şey ama hiç sorgulamıyor.
O zaman yani çok farklı bir çalışma yapmak gerekiyor. Yani kadınlar, kadın neslini desteklemeye katkı sağlamadıkça bizim pek çok alandaki ikincil pozisyonumuz maalesef devam edecek. Onun için mutlaka onun farkındalığını yükseltmemiz lazım. 

Bu yüzden hocam bundan bir 10 yıl sonra, belki 10 yıl bile sürmeyebilir. Kadın müzesinde kiminle konuşalım, söyleşi yapalım, kimin ne başarısı var diye arıyor olabiliriz. Çünkü nesil çok tüketmek üzerine ve gündelik devam ediyor. Dediğim gibi size ne çocuğunu yetiştirirken araştırıyor, ne kendisi için araştırıyor, ne de yuvası için araştırıyor. Hiç fark etmez, olduğu gibi yaşamaya, bugün yiyorsa rahatı yerinde, yarın ne yiyeceğini de çok düşünmüyor. Bugün giyiyorsa tamam hiç problem yok. Dünya yanıyor yıkılıyor, yani ben mi çok kötümser bakıyorum diye bazen kendimi sorguluyorum. Ama sanmıyorum yani baktığım tabloların hepsi böyle. Özellikle 90’dan sonra doğan bir kesim var ki, bu kadında özellikle, erkekte de belki böyledir ama biz çok yakın temasta değilim belki. Ama kızlarda gördüğüm hemen evlenmek, hemen çocuk yapmak. Tamam peki sonra? Sonrası yok.
Evet bana öğrencilerim onu dediler. Çalışmak bir ideal değil, yani niye orada 3 kuruş için çalışayım. 
Ben artık lisans derslerimde zorlanmaya başladım onun için haziran ayında emekliliğimi isteyeceğim. Çünkü gerçekten bu sözünü ettiğimiz yeni jenerasyon beni hayal kırıklığına uğratıyor. Hiçbir hevesleri, hiçbir heyecanları yok, hiçbir şeye önem vermiyor gibiler. Yani çok iyi çocuklar, çok tatlılar, saf ve masum da buluyorum ama diyorum ki “hiç mi bir şey sizi ilgilendirmiyor?”. Çevre yönetimi dersi veriyorum, çok önemli bu konular ama çok duyarsızlık var diye böyle bir işletmecilik alanında ders yapıyoruz. Tabii dönem sonuna kadar not belasına öğreniyorlar, bir kısmı çevreci hale geliyor. Ama derse ilk geldikleri gün hiçbir şeyin farkında değiller. Bu diyorum, sadece bu dönem boyunca sizi ilgilendirmiyor, yaşamınız boyunca çok ciddi problemlerle karşılaşacaksınız. Onun için sizin jenerasyonunuz bir şeyler yapmak zorunda kalacak. Hazırlıklı olun, düşünün, işletme hayatına girdiğiniz anda bunu değiştirecek bir şeyler yapın falan. Çok ifadesiz bir şekilde bakıyorlar, belki, bir kısmını etkilemiş olabilirim ama tabi ben tükeniyorum ve tatmin olmuyorum. Benim beklediğim, konuştuğumuz konular itibariyle daha heyecanlı olmaları, daha çok bir şey yapma isteği duymaları. Onun için hayatımda yeni bir safha başlıyor.

Peki emeklilikle birlikte düşünceleriniz nedir hocam?
Şimdi üniversite mezuniyetimden sonra 41. senemdeyim. Çok uzun seneler, iki kişiye yetecek kadar çalıştım. Bir çok şey biriktirdim; yöntem, yaklaşım, kavram, formasyon gibi ciddi  şeyler. Benim tabii ki çok üretme kapasitem var. Ama üniversite artık istemiyor, sana ihtiyacımız yok diyor. Dolayısıyla burada benim için bir üretme alanı kalmadı bundan sonra, çok standart şeyler dışında. O nedenle de emekli oluyorum. Ama sivil toplumda hala yapabileceğim şeyler olduğunu düşünüyorum. Onun için bundan sonra benim emeğime değer verip talep edecek olan, herhangi bir sivil toplum hareketi olabilir. Şu anda iki tane bağlı olduğum yer var. Birisi Kadın Girişimciler Kurulu, İcra Komitesindeyim, orada çok istekli başarılı arkadaşlarımız var. Onlara destek olmaya çalışıyorum, kendi birikimimle. Yani kendimi aşarak bir şeyler yapamam. Onun da bir sınırı var. Bir de Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği, Antalya Şubesinde, bu sene yönetim kurulundayım. Bir Proje Geliştirme, Kadının Statüsü komisyonumuz var. Orada da kadın güçlendirmeye yönelik, bilinçlendirmeye yönelik farkındalık programları yapıyoruz. Orada da güzel bir proje ekibimiz var. 

Özel üniversite düşünmez misiniz?
Çok inandırıcı bir proje olursa düşünürüm belki, ancak artık o kadar yoğun çalışmak istemiyorum, çünkü çok fazla çalıştım. Ayrıca beni cezbedebilecek bir proje olacağını düşünmüyorum şu anda. 
Tekrar dünyaya gelseniz, tekrar Fulya Sarvan mı olurdunuz ve tekrar kadın mı olurdunuz?
Evet kadın olmayı isterdim. Yani bir şekilde kadınların daha ince bir duyarlılıkları olduğunu düşünüyorum. Her şeye rağmen, bütün konuştuğumuz şeylere rağmen, gerçekten dayanma, üretme, ayrıntıya girebilme, ihtiyaç olduğu zaman, gerek olduğu zaman, karşısındakine çok daha fazla empati gösterebilme gücü var kadının. Yani kadın isterse aslında, kullanamadığı çok ciddi bir liderlik vasfı olduğunu düşünüyorum. Bence hayatın her alanında kadınlar yüzde elli sorumluluk almalı. Yani zorlayarak, hayatın her alanına kadın yüzde elli hakim olmalı. Çünkü aksi takdirde kendisine de yabancılaşıyor ve tatmini başka alanlarda arıyor. Halbuki gerçek üretkenlik, hayatı kurgulayabilme, hayatı bir kadının tasarlayabileceği gibi daha barışçıl, daha üretken, daha güzel, daha estetik, daha şefkatli bir şekilde tasarlayabilmek, ancak kadını karar mekanizmalarına sokmakla mümkün. 

Antalya’ya geldiğiniz günlerdeki Antalya ile şimdiki Antalya’yı kıyasladığınızda, sizce bir düşüş mü sergiliyor, yoksa siz daha çok mu beğeniyorsunuz Antalya’yı?
Bugünki Antalya’yı daha çok beğeniyorum. Yani doğa anlamında değil, doğayı her yerde katlediyoruz. Ama doğa o kadar güzel ki ne yapsak hala güzel. Antalya ilk geldiğim yıllarda daha doğaldı tabi, havaalanına indiğim zaman mis gibi portakal kokuları gelirdi. Şimdi hiç öyle bir şey gelmiyor, asfalt ve benzin kokusu geliyor. Ben Antalya’ya geldiğime hiç pişman olmadım. Şu anda Antalya kültürel anlamda daha değişik, sanatsal ve kültürel zenginlikleri çok daha fazla, insanın kendini daha fazla bir kent varlığı olarak hissedebileceği bir ortam. Güzel yerleri oldu, şimdi ben arabayla geçerken, şehir olarak daha çok beğeniyorum açıkçası. Eskiden geldiğim zaman köy-kentti. Bir köye giriyorsun, bir çıkıyorsun kente benziyor, bir giriyorsun tekrar köy oluyor falan, köy-kentti. Şimdi bir kente dönüştü. Gördüğüm diğer kentlerden daha güzel açıkçası. 

Peki sizin hobileriniz nelerdir hocam?
Benim hobilerim daha çok spora, açık havaya yönelik. Yüzmeyi çok severim. Doğa, yürüyüş ve yüzme. Eşim yelkene meraklı. Onunla bazen yelken yapıyorum. Ama benim hobilerim daha çok okumak ve yazmak üzerine. Okumayı, yazmayı, tasarlamayı, yeni bir şeye girişmeyi, yeni girişimlerde bulunmayı seviyorum. Yani yeni şeyler bana heyecan veriyor. Tasarlanması ve oluşturulması birilerine fayda sağlayacak şeyleri, işte aklıma öyle bir şey düştüğünde de onun gerektirebileceği emeği hiç sakınamıyorum. Yani kendimi helak edip, öyle bir projede kaybedebilirim. Çok yaptım o işleri. Onun için şimdi bundan sonra hayat benim için, yeniden gençlik yıllarım gibi. 

Antalya Kadın Müzesi ile ilgili sizin görüşleriniz ve varsa eğer önerileriniz nelerdir hocam?
Açıkçası siz böyle bir şey yapana kadar ben sanal kadın müzesi diye bir şeyin farkında değildim ve ilk duyduğumda gerçekten şaşırdım. Ama bir kere tanıştıktan sonra bu sanal kadın müzesiyle gerçekten çok yaratıcı, çok faydalı olabilecek çok güzel bir düşünce ve oluşum olduğunu gördüm. Gerçekten oraya fiziksel olarak taşınamayacak bir çok şeyi sanal olarak bir araya getirebilmek, gerçekten çok büyük imkânlar sunuyor. Belki şu anda aklımızı gelmeyen pek çok fayda ve proje üretilebilir sanal kadın müzesi ile ilgili. Buna emek verenleri tebrik ediyorum ve başarılarının devamını diliyorum
 
FULYA SARVAN